,

Öğretmenlik geleceğe yatırımdır

“Her şey tecrübe ile olur. Öğretmenlik de böyle, geleceğe bir yatırımı var” diyen Ayla Ağabegüm mesleğinin en güzel yanını, “Sizin talebeniz olan çocuk birkaç yıl sonra karşınıza doktor, hakim, siyaset adamı olarak çıkacak. Öyleyse ona güzel şeyler verirseniz karşılığını milletçe alırsınız” diyerek anlatıyor.

Öğretmenlik geleceğe yatırımdır

Selimiye’de, İstanbul Boğazı’nın Marmara Denizi ile kucaklaştığı bir manzaraya bakan bir apartmanın eşiğindeyim. Kapı açılıyor ve Sevgili Ayla Ağabegüm giriş kattaki kapısından beni buyur ediyor. Kurye gideli birkaç dakika olmuş. Benden önce Ağabegüm’ün sipariş ettiği kahve makinesi gelmiş. “Cezveyi hazırlamıştım ama şansın varmış, senden önce makine geldi” diyor. Birlikte mutfağa geçiyoruz, hem tanışıyor hem de kahveyi pişiriyoruz. Söz konusu kahve olunca ne makinede ne de cezvede kendime güvenmiyorum ama Ağabegüm tecrübesiyle beni talebesi gibi yönlendiriyor. Uzunca bir müddet mutfakta konuşup, kahvenin pişmesini bekliyoruz. Makine ilk kez kullanıldığı için dilinden pek anladığımız söylenemez. Nihayet piştiğine kanaat getirince de kahvelerimizi alıp salona geçiyoruz.

Ağabegüm, belki elli yılı aşkındır annesiyle birlikte anneannesinden kalan ahşap köşkü satıp aldıkları apartman dairesinde oturuyor. Geçtiğimiz yıllarda bina kentsel dönüşümün bir parçası olup yenilense de komşuları değişmemiş. Üst komşusu Türk Edebiyatı Vakfı’nda omuz omuza çalıştığı, sevgili dostu yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu. Sevgili Ağabegüm ile ilk ortak yönümüzü buluyorum, ikimizin de en yakın dostunun ismi “Belkıs” galiba. Hakkında diğer merak ettiklerimi sormak için sabırsızlanıyorum. Ses kayıt cihazını açıp, sehpanın üzerine bırakıyorum. Ne akan zamanı ne de soruları takip etmeden koyu bir sohbete koyuluyoruz.

ÇANAKKALE ŞEHİDİ BİR DEDE

İstanbullu bir anne ve Elazığlı bir babanın tek evladı Ağabegüm’ün hikâyesi asker bir dede ile başlıyor. Dedesi, Bosna’da görev yaparken Boşnak bir kıza sevdalanıyor. Kızın ailesi de razı gelince iki genç evleniyor. Ağabegüm, “Dedem orada görev yaparken sevmiş, istemiş onlar da vermişler. Şimdi de böyledir. Bir Türk, Bosnalı bir kızı istediğinde verirler. Çünkü geçmişten gelen çok güçlü bir bağları var” diyor. Anneannesi evlendiğinde gencecik. Burada İstanbul’da eşinin ailesiyle, üç görümcenin peşinde ailenin dördüncü bir kızı gibi yaşıyor. İki evladı oluyor. Çanakkale Harbi başlayınca eşi harbe katılıyor ve ayağından sakatlanarak gazi olarak İstanbul’a dönüyor. Üç ay hastanede tedavi altında kaldıktan sonra vatan sevgisi ağır basıyor ve ‘cepheye gidemez’ raporuna rağmen ikinci kez Çanakkale’nin yolunu tutuyor. Ancak bu kez dönemiyor. Ağabegüm’ün anneannesi genç yaşta kucağında bir kızı ve küçük oğlu ile kalıyor. Şehit dedenin kardeşi üç hala da “Çok gençsin, talibin çıkarsa evlen. Biz çocuklarına bakarız merak etme” diyor. Birkaç sene sonra Bosnalı gelin bu kez bir Türk subayla evleniyor. Ağabegüm’ün annesi ve dayısı da halaları ile birlikte büyüyor.

Ağabegüm, annesini “Çok girişken bir kadındı. Ben de ona çekmişim. Henüz genç kızken daktilo ve dikiş kurslarına gidiyor. Mezun mu yoksa son sınıfta mı bırakıyor emin değilim ama Nişantaşı Kız Lisesi’nde okumuş. O zamanlar Nişantaşı Kız Lisesi, bugünün bir üniversitesi seviyesinde eğitim veriyor. Devrin şairleri, öğretmenleri oradan çıkıyor” diyerek anlatıyor.

Babası ile annesinin tanışması ise bir ahbapları vasıtasıyla olmuş. Babası hem İstanbul’u hem de şiiri, edebiyatı çok seven bir adammış. Senede bir iki defa gelebildiği bu şehrin caddelerini, sokaklarını isimleriyle bilirmiş. Her gelişinde bir süre kalırmış. Kitaplar alır, dostlarıyla görüşürmüş. Bu gelişlerden birinde kendinden yaşça büyük dostu olan Cenani Bey vesilesiyle Ağabegüm’ün annesiyle tanışıp evlenmişler. “Tabii o dönemde evlenip İstanbul’dan Elazığ’a gitmek de cesaret işidir. Annem de cesaretliymiş. Ama babamın ailesi de okumuş, köklü bir aile olduğu için bir sıkıntı çekmemiş. Tüm akrabalar onu benimsemiş. O da onları çok sevmiş” diyor Ağabegüm.

ELAZIĞ SEVGİSİ

Aile bir dönem Bilecik’te ikamet etmiş. Ağabegüm de 1940 yılında babasının görevli bulunduğu Bilecik’te dünyaya gelmiş. Üç yaşına kadar burada yaşamışlar. Ardından aile, baba toprağına, Elazığ’a geri dönmüş. Ağabegüm ilk orta ve liseyi okuduğu Elazığ’ı “Açıkçası ben o devrin Elazığ’ını İstanbul’dan bile daha çok seviyorum” diyerek anlatıyor.

Babası Ağabegüm’e hiç yapma/yasak demezmiş. Onun yerine iyi ve güzel ahlakı, kıssalar anlatarak kızının ruhuna işlemiş. Bu kıssaların kendinde bıraktığı tesiri şöyle anlatıyor: “O çocuk ruhunuzda hikâyeyle, kıssayla büyümenin faydasını yıllar sonra anlıyorsunuz. Bir başka aile de, ‘Şu günah, şunu yapma’ deniyor ve çocuk bunları görev olarak yapıyor. Belki bir zaman sonra bıkabiliyor. Ama diğer türlü bu güzel alışkanlıklar sizin kalbinize işliyor.” Babasının kitaplığının içerisinde eski yazıyla yazılmış tarih ve dini ilimler kitapları varmış. Bir de Rıza Tevfik’in Bütün Şiirleri kitabını hatırlıyor, “Oradaki birçok şiiri ezberlemiş, okurdu. Ben de çok severim hatta babam okudukça ezberlemiş gibiydim. Zaman zaman da Yunus Emre şiirlerini söylerdi” diyor. O yıllarda kitap bulmak kolay değilmiş. Babası zaman zaman kızına Elazığ Lisesi’nin kütüphanesinden kitaplar ısmarlarmış. Ayrıca cuma ve pazartesi akşamları da evde mutlaka Yasin okurmuş. Bir de babası bir tebrik mektubu yazdığı zaman zarfın üzerini ona yazdırırmış. Ağabegüm de neden kendi yazmadığını merak edermiş. Yıllar sonra bu davranışının sebebinin kızına da mektup alışkanlığı kazandırmak olduğunu anlamamış.

“Benim ruhumda bir şeyleri öyle kolay kabullenmeme var” diyor Ağabegüm. Bu huyu lise sıralarında iken daha da açığa çıkmış. Hem kendisi hem de öğretmenleri tarafından fark edilmiş. Orta okulda çok iyi olan matematik dersi, lisede düşüşe geçmiş. Sebebi de İstanbul’dan gelen ve Elazığlı öğrencilerine şivelerinden dolayı tepeden alaycı şekilde bakan bir matematik öğretmeniymiş. “Öğretmenlerimizden bazıları, görev için geldiğinden Elazığ’ı benimseyememişti. Çocukların konuşmaları bozuktu ama yavaş yavaş düzelecek. Bir matematik öğretmenimiz vardı, eşi de beden eğitimi dersimize girerdi. Onlar karı-koca bu çocuklara alayla bakarlardı. Bu tavır bana çok kötü gelirdi” diyor Ağabegüm. Oysa öğretmenin kendisine karşı bir tavrı yokmuş. Çünkü evde İstanbul’da yetişen bir anne ile birlikte olduğundan annesi her yanlış kelimesinde onu uyarırmış. Şivesi de olmadığından kimse onun Elazığlı olduğunu anlamazmış. Ancak öğretmenin o küçümser tavrı onu daha lisedeyken, “Öğretmen neden böyle yapıyor? Ben olsam böyle yapar mıydım?” diye düşünürdürmüş. Onun öğretmeni sorgulayan kocaman bakışlarını, öğretmen de hissetmiş olacak ki o dönem Ağabegüm’e düşük not vermiş. Sebebini is Ağabegüm şöyle anlatıyor: “Öğretmen bir ödev vermiş, üç soru sormuştu. Ben defterimde çözmüştüm problemleri. Üçünün de sonucu doğru ama çözümü hocanın gibi değildi. Kaldırdı beni çözdüm, ‘Yanlış’ dedi. Ben de “Neresi yanlış?” diye sordum. Bir şey diyemedi. Sonra da okula babamı çağırdı. Ancak babam geldiğinde ben yalnızca bakışlarımla tavrımı belli ettiğimden, saygısızlık göstermediğimden şikayet edecek bir şey bulamamış. Yalnızca, ‘Ayla sizin kızınız olmamaz’ demiş. Sene sonu olunca karneme de zayıf verdi. Yıllar geçti, o iki kişinin Elazığlılara karşı alaycı bakışı beni öyle rahatsız etti ki, unutamam. Daha o zamandan bu içime yerleşmiş. Ne zaman bir konuşma yapsam, Elazığ’da doğduğumu ve babamın Harputlu olduğunu söylüyormuşum.”

EL YORDAMIYLA ÖĞRETMEN OLMAK

Ağabegüm babasını erken yaşta kaybetmiş. Üniversitede de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanınca ana kız, İstanbul’un yolunu tutmuş. Üsküdar’da anneannesinden kalma ahşap bir konakta yaşamaya başlamışlar. Küçük yaşlarda insanlığa faydalı olmak, şifa dağıtmak için doktor olmak isteyen Ağabegüm, gün geçtikçe edebiyata yakınlaşmış. Lisede çok sevdiği bir edebiyat öğretmeni varmış. Para toplar tüm sınıfa kitaplar aldırırmış. Bir de kompozisyon yazdırır ve yazılanları sınıfta tartıştırırmış. İşte böyle idealist bir öğretmen ancak kendisi gibi kaliteli bir öğretmenin yetişmesine vesile olur. Ağabegüm, hem edebiyatı severek okumuş hem de öğretmen lisesinden mezun olmamasına rağmen pedagojik formasyon alarak öğretmen olma yolunda ilerlemiş. Öğretmen lisesinden mezun olmayanlar için bu mesleğin zorlayıcı olduğunu şöyle anlatıyor: “El yordamıyla öğretmen olmak zor. Ben kendime uygun mesleği buldum ama gençliğimden beri bir çok şeyi ‘Ben öğretmen olsam bu durumda ne yaparım’ diye düşündüğüm için bu mesleği yapabildim. Çünkü yaptığınız bir aylık bir staj sizi öğretmenliğe hazırlamaz. Bir de staj yaparken iyi bir öğretmenin yanında değilseniz hiç bir işe yaramaz.”

Fakülteyi bitirmek için zorunlu stajını Haydarpaşa Erkek Lisesi’nde tamamlamış. Bu sürecin biraz zor olduğundan bahsediyor Ağabegüm. Erkek lisesi öğrencileri yaramaz, o ise tecrübesizmiş. Fakülteyi evlendikten sonra tamamlayan sınıf arkadaşı, ‘Sebahat Abla’ ile birlikte tanıdık bir avukat vasıtasıyla lisenin müdürüyle konuşmaya gitmişler. Müdür ile konuşulmuş, tanışılmış. Ancak müdür tüm konuşmalara rağmen onları istedikleri öğretmenin sınıfına göndermemiş ve nedenini de söylememiş. İki arkadaş Nahit Fıratlı olarak tanınan ve Orhan Veli’nin “Yalnız Seni Arıyorum” isimli, mektuplarının derlendiği kitabına ilham olan şair Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar Hoca’nın sınıfına verilmiş. Yalnız genç öğretmenler sınıfa girdikçe delikanlılar haytalığın dozunu artırmış. O zaman da Fıratlı, “Siz gelmeyin, dosyayı yazın ben imza atarım” demiş. Staj bitip de dosyayı müdüre teslim ettiklerinde Ağabegüm, müdürün ne kadar isabetli bir karar verdiğini anlamış.

Ağabegüm, zorunlu Doğu görevini Adana’da yapmış. Anadolu’da bir “Çalıkuşu” gibi gezmek ve oradaki çocuklarla alakadar olmak istese de annesi İstanbul’dan ayrı kalmak istememiş. Böylece Adana’da geçen iki yılın sonunda evlerine, İstanbul’a geri dönmüşler. Ancak nerede olursa olsun insanlara, çocuklara faydalı olmak onlara bir şeyler öğretmek ve onlarla bir şeyleri yeniden öğrenmek tutkusu hiç sönmemiş içinde. Ağabegüm, mesleğinin en güzel yanını, “Her şey tecrübe ile olur. Öğretmenlik de böyle. Geleceğe bir yatırımı var. Sizin talebeniz olan çocuk birkaç yıl sonra karşınıza doktor, hakim, siyaset adamı olarak çıkacak. Öyleyse ona güzel şeyler verirseniz karşılığını milletçe alırsınız” diyerek anlatıyor.

ÖĞRENCİLERİN TENKİDİ

Ağabegüm, öğretmenliğinin ilk yıllarından itibaren derslerin ilk beş-on dakikasını güncel konularla sohbet ile geçirirmiş. Böylece hem öğrencilerinin farkındalığını artırır hem de gençlerin ne düşündüğünü öğrenirmiş. Bu sohbetlerden birini şöyle anlatıyor: “18 Mart günlerinde bizim evde hep bir hüzün olurdu. Çünkü annem bir şehit çocuğu. O gün de 18 Mart, çocuklarla Çanakkale Savaşı’ndan konuşalım istedim. Ama çocuklar, ‘Biz o konuya gelmedik, gelecek sene göreceğiz’ dediler. Ben de ‘Bildiğiniz şeyler üzerinden konuşalım’ dedim. ‘Biz pek bir şey bilmiyoruz’ dediler. Bir önceki ders de tarih dersiydi. O kadar kötü oldum ki. Neredeyse ağlayacağım, boğazım düğümlendi. Dedim ki ‘Çıkarın kağıtları kalemleri’. Sınav yapacağım diye bozuldular ama onlardan ‘Çanakkale Zaferi’ni bilmeyen bir nesle biz Cumhuriyet’i nasıl emanet edeceğiz?’ konulu bir yazı yazmalarını istedim. Herkes bir şeyler yazdı. Yazılanları okuyunca bir baktım o kadar güzel şeyler yazmışlar ki. ‘Bize bu günlerin önemini anlatmayan öğretmenlerimizin suçu yok mu?, Bu günü takvimde bir gün olarak belirtilmesi gerekmez miydi?’ Bizlerden hesap sormuşlar. Ben de bu yazılardan bölümler aldım ve Ahmet Kabaklı Hoca’ya faks çektim. Hoca bu yazıların başına bir paragraf eklemiş ve ‘Çocuklarımız ışıl ışıl’ diyerek Tercüman Gazetesi’nde yayımlamış. O yazıdan sonra bir kurul toplandı ve Çanakkale Zaferi anılması gereken önemli günler arasına alındı.”

Kendisi gibi Elazığ, Harputlu olan Ahmet Kabaklı aslında Ağabegüm’ü çocukluğundan tanırmış. Ağabegüm İstanbul’a giderken akrabaları ona mutlaka Kabaklı Hoca’ya gitmesini ve tanışmasını tembihlemişler. Bu yayının akabinde Ağabegüm, teşekkür için bir kek pişirip Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile Kabaklı’nın ofisine gitmiş. O gün Ağabegüm için önemli bir dönüm noktası olmuş ve “Benim için ikinci bir üniversiteydi” dediği Türk Edebiyat Dergisi’nde yazılar yazmaya başlamış.

OKULUN CAMLARINI KIRDILAR

Ağabegüm’ün İstanbul’daki ilk görev yeri Üsküdar Kız Lisesi olmuş. Burada hem öğretmenlik hem de yurt müdireliğini üstlenmiş. Liseli ve üniversiteli öğrencilerin sağcı-solcu denilerek kışkırtıldığı günler. Ağabegüm, “İstanbul’da ilk siyasi olaylar bizim okulda oldu” diyor ve benim de defalarca annemin ağzından dinlediğim Üsküdar Kız Lisesi’ndeki öğrencilerin sokağa dökülme hikâyesini anlatıyor: “Bekar ve yaşımın genç olmasından sebep beni yatılı bölümden sorumlu müdür muavini yapmak istediler. Ben öğretmenliği sevdiğimden pek kabul etmek istemedim ancak yatılı muavinliği diğerlerine benzemiyor. Öğrenciler ile bir aradasınız, onların her derdinde koştuğu ilk insansınız. O dönemde yaşlı bir müdürümüz vardı, oğlunun rahatsızlığı sebebiyle bir süre okulda değildi. Derslerde siyaset yapan bazı öğretmenlerin okuldan gönderilmeleri söz konusuydu. Müdürün yokluğunu fırsat bilen bu öğretmenler tayin edileceklerini öğrenince ortaokul veya lise talebesi ayırt etmeden tüm öğrencileri kışkırtıp önce ön bahçeye döktüler ardından sokaklara döktüler. Birden bire olaylar büyüdü, camlar kırıldı. O kadar korktum ki ne yapacağımı bilemedim. Ardından Milli Eğitim müdürü ve kaymakam geldi. Okulu bir günlüğüne tatil edip gittiler. Hiç unutmuyorum o geceyi. Çocukları okulda yalnız bırakamadım. Anneme, ‘Hasta öğrenciler var’ diyerek geceyi okulda geçireyim dedim. Belkıs’a da tembih ettim, ‘Televizyon falan verir, annemin yanında kal. Görüp endişelenmesin.’ O gece yorgunluktan yatakhanedeki odamda otururken yorgunluktan sandalyede uyuya kalmışım ben. Hemşire de yavaşça çıkmış ama kapıyı kilitlemiş, ben daha rahat edeyim diye. Ama o kapıdan çıkarken kapı gıcırdadı ya ben sabaha kadar orada hapis kaldım. Kitap yok bir şey yok sabaha kadar oturdum. Çok zor bir geceydi.”

SIKI BİR GAZETE TAKİPÇİSİ

“Bulgur çorbasına talipseniz, her yerde her şeyi müdafaa edebilirsiniz” diyor Ağabegüm. Milli, manevi değerlerine ters düşen her kim ve ne olursa onu önce uyarmaktan sonra da değiştirmek için elinden geleni yapmaktan yana. Sıkı bir gazete takipçisi olan Ağabegüm, her gün gazete bayiiye gider, manşetlere bakarak bir gazeteyi seçer okurmuş. Bir sabah dönemin bilinen gazetelerinden birinde iki ismin yazısına denk gelmiş. Yazıları dini ve milli değerlerine saygısızlıklarla doluymuş. Ağabegüm, kolları sıvamış: “Yazarların biri kadın biri erkek. İkisi de bizim değerlerimize karşı yazılar yazıyor. Oturdum önce iki sayfa hayat hikâyemi yazdım. Olur da beni tanımazlar diye. Sonra her iki yazardan da belgelemek adına paragraflar aldım. Tam 10 sayfa yazı yazdım. E tabii biraz da korkutmak lazım, nasıl korkutabilirim? ‘Sizin dersaneleriniz var, okullarınız var. Bir okuyucu bu paragrafları bir bütün haline getirip okul ve dershanelerinizin kapısında dağıtsa ne yaparsınız?’ Müthiş bir tehdit...”

YA MÜFETTİŞ YA TAYİN

“Yöneticilerin aklına gelmeyebilir ama bazı şeyler halkın talebiyle olur” diyor Ağabegüm. Kendisini harekete geçiren gücün de “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisi olduğunu söylüyor. Üsküdar Kız Lisesi’ne yeni bir müdürün gelmesiyle başlayan bir süreci şöyle anlatıyor: “Müdür değişti ve okul daha açılır açılmaz, geçen sene yeni değişen kıyafetlerin tekrar değişilmesini istedi. Kimse de ses çıkarmadı. Yazık değil mi çocuklara? Yeniden masraf edecekler. Ben karşı çıktım, müdür de ‘Allah’ın kanunu mu tekrar değişir’ dedi. O zaman kantinde uygun fiyata kumaş satılmasını ve durumu olmayan velilerin bu kumaştan alarak çocuğuna dikmesini istedim. Çünkü zor bir şey, hazır almak. Kabul edildi. Fakat bir süre sonra o mağaza ile anlaşmalı gibi okuldaki muavinlerin pantolon-ceket ve döpiyesleri aynı olmaya başladı. Bir yolsuzluk olduğu açıktı. Ben de dayanamayarak Milli Eğitim’e yazdım.” Ancak Ağabegüm’ün tüm çabasına rağmen bir sonuç alınamamış. Bir başka yolsuzluk ile de farklı bir okulda daha karşılaşmış. Yine yılmadan okulda şüpheli durumlar olduğunu ve incelenmesi gerektiğini bildirmiş. Ancak müdür, Milli Eğitim müdürünün de ahbabıymış. Ağabegüm de aynı dilekçeyi bu kez Milli Eğitim Bakanı Ali Nail Erdem’e yazmış. Bu dilekçenin neticesini “Ben, ‘Okulumuzda yolsuzluklar oluyor, bir müfettiş gönderin anlatayım, yoksa benim tayinimi başka bir okula alınmasını istiyorum’ dedim. Bana kendi el yazısıyla dönüş yaptı. ‘Ayrılmayın okulunuzdan müfettiş gelecek.’ Birkaç gün sonra ben grip olmuş evde yatarken, gazetede değişen müdürlerin ismini gördüm. Müfettiş gelmiş ve müdürü hemen göndermişler. O zaman ben bunu yazmasaydım devam edecekti” diyerek anlatıyor.

ÜSTADLA SON BULUŞMA

“Kabaklı Hoca bana yazı yazmam gerektiğini söylese de biraz kaçamak yapıyordum açıkçası” diyerek anlatıyor Ağabegüm. Kabaklı Hoca kendisinden Faruk Nafiz Çamlıbel hakkında bir yazı yazmasını istemiş, Ağabegüm de daktilosu olmadığından ilk makalesini el yazısı ile kaleme almış. Hoca da sabaha kadar oturup yazıyı daktiloya çekmiş. Ardından da ona bir daktilo hediye etmiş. Ağabegüm daha sonraki tüm yazılarını bu daktilo ile yazmış. Sonrasında sekiz yıl boyunca derginin yazı işleri müdürlüğünü üstlenmiş. Ağabegüm elinden geldiğinde Türk Edebiyatı dergisi gibi köklü dergilerde yer almış. Bu dergi yazıları bir zaman sonra, Ahmet Kabaklı’nın önsözünü yazdığı, “Sözle Direnmek” ve “Mısralarla Konuşsak” kitaplarından derlenmiş. Necip Fazıl Kısakürek de Ahmet Kabaklı Hoca’nın çok sevdiği ve saydığı bir insanmış. Zaman zaman ziyaretine gidermiş. Kabaklı Hoca, Hakkı İbrahimhakkıoğlu ile birlikte gittiği ziyarete Ayla Ağabegüm ve Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nu da götürmüş. Yanlarında Ağabegüm Almanya’daki bir öğrencisine sipariş verip getirttiği teyp varmış. Derginin tüm röportajlarına bu teyp ile giderlermiş. Ancak bu kez yanlarına ne elektrik kablosunu ne de pil almayı unutmuşlar. Yolun üzerinde bir yer bulamayınca Kısakürek’ten müsaade isteyip aralarından genç bir arkadaşı pil almaya göndermişler. Üstad’a mahçup olmanın üzüntüsüyle pil gelince ses kontrolu bile yapmadan röportaja başlamışlar. Hoca ve Üstad konuşurken bir yandan kaydı çözmesi kolay olsun diye notlar da almışlar. Akşam eve gelip de kaydı çözmek için teybi açtıklarında ise tek bir ses dahi yokmuş. Üstad ve Hoca’nın o uzun sohbeti kayda alınmamış. Üzülerek Kabaklı Hoca’ya bildirmişler. Kabaklı Hoca da ellerindeki notlardan bir derleme yaparak gazetede yayınlamak durumunda kalmış. Ancak yayının hemen ardından yazının konuştuklarıyla aynı olmadığını anlayan Kısakürek gazeteyi aramış ve bir güzel paylamış. Çok üzüldüklerini ve mahçup olduklarını hissedince de “Üzülmeyin bir daha yaparız” demiş. Ancak bu buluşma gerçekleşmeden yaklaşık yirmi gün sonra Necip Fazıl Kısakürek vefat etmiş.

Kaynak : Yenişafak Gazetesi

İlişkili Haberler

Manşetler